14 Mart 1827 ; MEDRESEDEN FAKÜLTEYE

13 03 2023

Bir 14 Mart Tıp Bayramı’nı daha kutluyoruz. 14 Mart 1827 tarihi ülkemizde kalıcı modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilerek, İstanbul’un işgali sırasında (1919), işgale tepki vermek amacıyla tıp bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Tıp eğitiminin günümüzdeki çağdaş düzeyine ulaşması sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Özellikle başlangıçta çok büyük sorunlarla boğuşan özverili öncülerin büyük çabaları ile bugünlere gelinebilmiştir. Tıp tarihinde bir dönüm noktası olan 14 Mart’ın neden bu kadar önemli olduğunu anlamak için o dönemin tarihi koşullarına kısaca göz atmak gerekir.

18. yüzyıl sonlarına doğru kan kaybeden Osmanlı Devleti içte dışta büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalmıştı. İsyanlar, askeri yenilgiler ardı ardına geliyor, yenileşme çabaları ise içeride büyük dirençlerle karşılaşıyordu.

Daha şehzade iken yenilik yanlısı olan III. Selim bir çok reform girişiminde bulunmuştur. Bu bağlamda 1805 de Kasımpaşa’da Tersane Tıp Mektebi olarak anılan bir okul açmaya girişmiş, bunun yanı sıra Kuruçeşme’de Rum tebaanın devam edeceği ve içerisinde bir tıp okulu da bulunan bir Rum üniversitesinin kuruluşuna izin vermiş, ancak her iki girişim de uzun ömürlü olamamıştır.

Özellikle askeri alanda yapılmak istenen reformlar yeniçeriler tarafından kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak algılanıyordu. Yeniçerilerin reformlara uyum sağlamalarından umudunu kesen III. Selim ayrı bir askeri teşkilat kurmak zorunda kalmıştı. Ne var ki, yeniçeriler bu girişimi de baltalamak amacıyla Kabakçı Mustafa isyanını destekleyerek padişahı tahtından indirmişlerdi. Reformları gerçekleştirmek Alemdar Mustafa Paşa’nın isyanı bastırması ile başa geçen II.Mahmut’a kalmıştı.

Daha iyi bir taktisyen olan II. Mahmut yeniçerileri güçsüz bırakarak sonunda bu engeli ortadan kaldırmayı başardı (Vaka-i Hayriye-15 Haziran 1826). Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra, onun yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adı verilen yeni bir askeri teşkilat oluşturuldu (Vakayı Hayriye-1826). Ancak kurulan yeni ordunun yetişmiş kadrolara ihtiyacı vardı. İşlevini yitirmiş ve çağında gerisinde kalmış medreselerden yetişmiş az sayıda hekimle bu ihtiyacı karşılamak mümkün değildi.

Tıphane-i Amire’nin Kuruluşu

İlk yıllarda çekilen bu sıkıntılar tıp eğitiminin yeniden ele alınmasını gündeme getirdi. 1836 yılında bina olarak kullanılan konağın yetersiz olması nedeniyle önce Cerrahhane öğrencileri Topkapı Sarayı kıyılarındaki Değirmenkapı’da, üç koğuştan ibaret olan “Hastalar Odası”na nakledildiler. Ardından Tulumbacıbaşı konağının satılması nedeniyle Tıphane de Gülhane’deki Otlukçubaşı Kışlasına taşındı. Bu sırada Mustafa Behçet’in ölümü ile yerine geçen Abdülhak Molla’nın önerisi ile Tıphane ve Cerrahhane tekrar bir araya getirilerek eğitim müfredatları kısmen birleştirildi. Bina ile ilgili sorunların bitmemesi, yeni bir binaya taşınılması talepleri sonunda Galatasaray’daki Enderun mektebinin boşalan binasına taşınılması ile sonuçlandı.

Yeniden elden geçirilen Galatasaray’daki binada tıbbiye Avusturya’dan getirilen Bernard’ın yönetiminde “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” adı altında, bu kez Fransızca eğitim vermek üzere yeniden açıldı (1938) Eğitim kadrosu genişleyen, yeni laboratuarlarla desteklenen, uygulamalı eğitim veren yeni okul meşhur Galatasaray yangını ile kül olunca (1849), eğitime Halıcıoğlu’ndaki Humbaracıhane Kışlasında devam edildi.

Tıbbiyenin taşınma çilesi burada bitmedi, 1865 yılında çıkan büyük bir kolera salgını sırasında kışla hastaneye çevrilince tıbbiye önce Hasköy’deki Gergeroğlu Konağı’na, sonra 1866’da da Sirkeci’deki Demirkapı Kışlası’na nakledildi. 1874’de yenilenen Galatasaray’daki binaya geri dönen tıbbiye iki yıl sonra, burada yeterince disiplin sağlanamaması nedeniyle tekrar Demirkapı’ya geri gönderildi.

Tıp Eğitiminde Türkçe Sorunu

Batılı tıp eğitimi konusundaki en büyük güçlüklerden biri de yeterli Türkçe kaynak bulunmamasıydı. Başta tıbbiyenin öğretim üyeleri olmak üzere çok sayıda öğrenci de eğitimin Türkçeleşmesi için büyük gayret göstermişlerdi. Şanizade Ataullah ve Mustafa Behçet Efendiler belli başlı kitapları tercüme etmişlerdi.

Eğitim başlangıçta İtalyanca ve Fransızca kitaplarla yapılıyordu. 1838 den itibaren de dersler ağırlıklı olarak Fransızca olarak yapılmaya başlandı. Tanzimat’tan sonra okullara gayrimüslim öğrencilerin de alınmasıyla ortaya dengesiz bir durum çıkmıştı. Yabancı dil eğitimleri yeterli olan gayrimüslim öğrenciler derslerde daha başarılı oluyorlardı. Orduya Müslüman hekim yetiştirmek gayesi ile açılan bu okulda yabancı dil bilmeyen Müslüman öğrencilerin başarısız olması mezun sayısını olumsuz etkiliyordu

1852 yılında müdür olan ve bu durumun farkında olan Cemalettin Efendi Mehmet başarılı öğrencilerden bir seçkin sınıf (Mümtaz sınıf) oluşturarak bu sınıfta Türkçe eğitime öncülük etmeye çalışmıştır. Daha sonra Hayrullah Efendi’nin müdür olması ve gayrımüslim hekimlerin kulis faaliyetleri ile dağılan bu sınıftan yetişen bazı öğrenciler Hacı Beşir Ağa Medresesi’nde gizli olarak çeviri çalışmalarına devam etmişler, daha sonra Türk Tıp Encümeni olacak bir kuruluşun; Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin temellerini atmışlardır.

Bu çabalar zamanla meyvesini vermiş ve Fransızca eğitim veren Askeri Tıbbiye’nin bir odasında Türkçe eğitim veren bir sivil tıbbiye; Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye 1867 yılında öğretime başlamıştır. Sivil tıbbiyenin başarısı Türkçe dilinde tıp eğitimi verilmeyeceği iddialarını savunan kesimlere somut bir yanıt olmuştur. Başlangıçta Türkçe eğitimin rağbet edilmediği Askeri Tıbbiye’de de 1870 yılında Türkçe eğitime geçilmiştir.

Sivil Tıbbiye’nin giderek gelişmesi ayrı bir binaya taşınmasını gerektirmiş, bunun üzerine önce Ahırkapı’da bazı derslik ve klinikler inşa edilmiş, daha sonra da okul tümüyle kadırga meydanındaki Menemenli Mustafa Paşa Konağına taşınmıştır.

Tıp Fakültesi Dönemi

Türkçe eğitime geçişin başarılması öğrenci ve mezun sayısının hızla artışına neden olmuştu. Bu büyüme de sonuçta yeni bir binanın yapılmasını tekrar gündeme getirdi. O zamana kadar eski konaklarda, kışlalarda oradan oraya taşınan tıbbiyeye nihayet yepyeni bir bina inşa edilmesi kaçınılmaz olmuştu. Bu amaçla seçilen Haydarpaşa’da büyük bir bina yapılmaya başlanmıştı 1892. İnşaatın uzaması ve bitmemesine karşın, biraz da ihtilalci akımlara uzak olması kaygısıyla Askeri Tıbbiye 1903 yılında tamamlanmamış bu yapıda eğitime başladı. II. Meşrutiyeti takiben 1909 yılında her iki tıbbiye birleştirilerek Tıp Fakültesi adını almıştır.

Bunu izleyen yıllarda çok sayıda mezun veren ve öğretim üyesi yetiştiren Tıp Fakültesi sırasında büyük kayıplar vermiştir. Daha Balkan savaşları nedeniyle artan yaralıların tedavi taleplerini karşılamak üzere öğretime altı ay ara veren tıbbiye I.Dünya savaşı sırasında ilan edilen seferberlikle bir yıl süre ile tekrar kapatılarak öğrenciler ve öğretim üyeleri cepheye gönderildiler. Çoğu öğrenci ve hocasını şehit veren tıbbiye ancak 1916 da tekrar açılabildi.

1918 yılında ise İstanbul’un işgal edilmesi öğretime tekrar darbe vurdu. Tıbbiye binası İngiliz askerlerince işgal edildi, öğrenciler çok zor koşullarda eğitimlerini sürdürmeye çabaladılar. Gördükleri baskı ve eziyete direnen tıbbiyeliler birliklerini pekiştirmek ve bir anlamda işgale direnişlerini pekiştirmek amacıyla 14 Mart 1919 da ilk Tıp Bayramını başarıyla kutladılar.

İşgal döneminde Ankara’ya destek verenlerin arasında da çok sayıda tıbbiyeli yer almış, Anadolu’ya silah kaçırılması, Sivas Kongre’sine temsilci göndermek gibi yurtsever etkinliklere devam etmişlerdir.

Sonuç

Her kurumun olduğu gibi ülkemizin ilk modern tıp okulunun kuruluşu da büyük çabalarla ve mücadelelerle gerçekleşebilmiş, memleketin en zor dönemlerinde canla başla çalışan öncülerin adeta taş üstüne taş koyarak uğraşması ile mümkün olabilmiştir. Eski konaklarla hasırlar üzerinde başlayan eğitim giderek gelişerek bugünkü çağdaş düzeyine ulaşabilmiştir.

Belki hergün, en azından 14 Mart’larda tıbbiyelilerin bugünleri görmesi için emek vermiş bu fedakar insanları hatırlamak, onları örnek almak bizlerin de borcudur.

KAYNAKLAR

  1. Bayat Ali Haydar; Tıp Tarihi,İzmir 2003
  2. Şehsuvaroğlu Bedi N.;Türk Tıp Tarihi, Bursa 1984
  3. Altıntaş Ayten; Tıp Eğitimi ve 14 Mart Tıp Bayramı;İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak. Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı İstanbul 2007
  4. Hatemi Hüsrev, Altıntaş Ayten; Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları İstanbul 2006




VEBA HAKKINDA…

13 03 2023

Veba hakkında korkunç hikayeler söylenirdi: Çocuklarını yiyen ebeveynler; ölü annelerinin zehirli göğüslerini emen bebekler; memleketi olan köyüne dönen ve ‘tek yaşayan benim’ diyen yaşlı adamla tanışan çocuk; elbiseler ve mücevherler giyen ve bir prenses gibi boş malikaneye doğru kimse tarafından durdurulamadan yürüyen, kasabada kalan tek yerli olan  kaz-kız; ölümsüz mürettebatla denizlere açılan hayalet gemiler; bütün insanların öldüğü evlerde yaşayan kurtlar; kanlarında veya altınlarında debelenen kötü niyetli halkları, prensleri ve rahipleri aracılığıyla vebaya neden oldukları inancıyla yakılarak öldürülen bütün Yahudi gruplar; yüksek maaşla mezar kazan kürek mahkumları; bir gün hesapsız zenginliğe sahip olan dilenciler; evrensel yıkımın ortasında isterik cümbüş; caddeler boyunca çıplak koşan kadınlar hayatının sonuna kadar ölçüsüz sefahat; ölen kadınlara ve öldükten sonra bedenlerine tecavüz etme; her türlü cinsel sapıklık; akrabaların cesetleri üzerinde dans etmek; salgın hastalıktan kaçan doktorlar ve papalar; kendini kırbaçlayanların çılgın şarkıları; kanun koyacak herhangi bir yetkili olmadığı için hukukun sonu.

  1348’in Kara Ölümü adlı kitap tarihçilerden Petrarch ve Boccaccio’e göre asla unutulamaz; Boccaccio’nun Decameron’u epidemiyolojik verilere sahip olmasının yanında dünyada en çok okunan kitaplardan biridir. Ünlü mektuplarının birinde Petrarch: ‘Bu berbat kaderi yaşamayacak ve şahitliğimizi bir masal olarak görecek olan ah mutlu nesiller!’ diye yakınmıştır. Petrarch Kara Ölümü yaşayan hayata küsmüş biriydi; 1348 yılı Nisan ayının 6sının sabahının erken saatlerinde Petrarch’ın Laurası’nın cesedi Avignon’da veba kurbanlarının arasında yatmaktaydı.

KARA ÖLÜM

14. yüzyılda Avrupa’da yaşayanlar için Koyu Ölüm tam bir yıkımdı fakat modern çağa öncülük etmiştir (en azından İngiltere’de feodaliteyi yıkarak). Justinian Vebası, Dar boğazı geçmedi ve kar sıçan Kara Ölüm 1346’da görülene kadar bilinmedi. Orta Çağdaki çok az yazıda fareler tanımlanırken sıçanlar tanımlanmadı. Popülasyondaki artış, daha yoğun popülasyona sahip kasabaların artışı ve sıçanların ortaya çıkışıyla, Çin’de Milenyum olarak bilinen bir hastalık Avrupa’da baş gösterdi. Organizma büyümek için demire ihtiyaç duyuyordu ve veba kurbanları orantısız olarak daha çok erkeklerdi.  Beklide yukarıda tanımlanan demir eksikliği dişi popülasyonu için gerçek koruyucuydu. Popülasyon büyümesinin besin üretimini geçmesi ve sıçanların evlerin boş tahıl ambarlarına kaçması hakkında birçok teori vardı fakat zayıflar başlıca kurbanlar değildi. Neden ne olursa olsun popülasyon bu yeni belayla bir kez daha tahrip olmaktaydı.

Kahverengi sıçanın tersine kara sıçan evlerde ve gemilerde yaşar ve insanlarla yaşamaya çok iyi adapte olur. Hikayenin gerisine gidilirse Kuzey Afrika sahalarında yerleşik oldukları bilinir. Hastalık önceden Pasteurella pestis (Alexander Yersin 1894’te mikrobu keşfeden Pasteur’ün bir arkadaşıydı) olarak bilinen Yersinia pestis adlı organizmadan kaynaklanır.  Organizma pire tükürüğünden bulaşan gram negatif bir bakteridir. Pire tercih ettiği bir host olan sıçanlarda yaşar fakat sıçanlar uygun değilse insanları ısırıp zarar verir. Bubonik veba epidemileri genelde, çok sayıda enfekte olmuş sıçanın ölmesiyle ve pirelerinin yeni hostlar için bir arayışa girmesiyle artar. Doğuda hastalığın artması, salgının olası birincil kaynağı idi. Hastalık Asya’nın merkezinde Taşkent’te başladı ve Kırım’da İtalyan tüccarlarla savaşan Müslüman Tatarlar aracılığıyla Karadeniz’e yayıldı. Hıristiyanlar mağlup oldukları başkent Kaffia’a sığındılar. Veba, Kartacalıların 1600 yıl önce Sicilya’da yaptıkları gibi, Tatarları ablukayı kaldırmaya zorladı. Fakat ayrılmadan önce biyolojik savaşı keşfettiler ve başkente vebalı kurbanların vücutlarını fırlattılar. Hıristiyanlar vebayı (ve muhtemelen enfekte sıçanları ve pireleri) Messina ve Ceneviz’e geri getirdiler ve hastalık buradan Avrupa’ya yayıldı.

Fra Michele di Piazze tarafından yapılan güncel bir tahmine göre ‘1347 Ekiminin ilk günlerinde 12 adet Ceneviz gemisi, günahkar davranışlarından dolayı Tanrı’nın gazabından kaçmak için Messina limanına girdi. Denizciler kemiklerinde çok şiddetli bir hastalık taşımaktaydı ve konuştukları insanları bile enfekte ediyorlardı ve bu insanlar ölümden hiçbir şekilde kurtulamıyorlardı. ’ Bubonik şeklinin tersine bu söylem,  insandan insana geçebilen  pnömonik vebanın bir tanımı olabilir. Gabriyel de Mussis tarafından yapılan diğer bir tahminde gemide hiç olay çıkmadığı fakat gemi demirledikten iki gün sonra sıçan pireleriyle ilişkili olabilecek vebanın baş gösterdiği iddia edildi. Bütün bubonik veba salgınlarında sağlık görevlilerinin genel popülasyona göre hastalığa daha fazla maruz kalmadığı belirtildi; bu da pnömonik salgında insandan insana geçişin tersine sıçan piresi yoluyla geçişin başka bir kanıtıdır. Pnömonik form daha az yaygın olmasına rağmen her iki form aynı epidemide meydana gelebilir. Gelecek üç yıl boyunca yaklaşık yirmi milyon insan yani Avrupa’nın dörtte biri vebadan ölecekti. Binlerce köy terk edildi ve 1427 de Floransanın popilasyonu % 60 azalmıştı. İngiltere kişisel vergi kayıtları 1347 de popülasyonun 4.5 ten 6 milyona çıktığını fakat 1377 de 2.5 milyondan sadece 3 milyona çıktığını yani 30 yıda  iki milyon veya yaklaşık üçte bir oranda düşüş olduğunu gösterir. Bu durum 1066 yılındaki popülasyon artma eğilimini tersine çevirmiştir. 1361 de Pestis puerorum teriminin kullanımına yol açan birçok çocuğun da ileri derecede etkilendiği görülmüştür.

İngiltere’de duvarlarla çevrili kalabalık kasabalar ve kırsal alanlar daha fazla etkilenirken zayıf etkileşime sahip bazı kırsal bölgeler tamamen kurtulmuştur. İngiltere çeşitli nedenlerden dolayı  diğer ülkelere göre en çok etkilenen ülke idi. Paranın ortaya çıkışı feodal sistemi çoktan zayıflatmıştı. 13.yy da kan davasıyla kraldan topraklarını ipotek ettiren mirasyedi soylulardan toprak satın alımına bir reaksiyon olarak Edward I, Yahudileri İngiltere’den çıkardı. Tarım oldukça gelişmişti ve 14.yy ın sonunda daha önce olduğundan daha fazla toprak ekilmişti. Ülke tahıl ihracatı yapıyor ve yol sistemi Roma yıkımından sonraki durumu düzeltmek amacıyla restore ediliyordu. Popülasyon artışı bir çok işçi sınıfı üretmişti. 1295 ten sonra muhtemelen hava değişikliğine bağlı olarak refah seviyesi azalmıştı. 1347 yılıyla birlikte önceki refah seviyesi dayanma zamanlarına yol Açmış ve bir dizi  kötü hava şartları işleri daha da kötüleştirmişti. Popülasyonun üçte biri ve kıyılardaki popülasyonun daha büyük kısmını öldüren veba ekonomik düşüşe ve hayatta kalanlar için kısmi zenginliğe yol açmıştı. 1350 yılında yani vebadan sadece üç yıl sonra iş gücünde azalma vardı ve kimsenin işlemediği bir çok toprak mevcuttu. Vebanın düzensiz dağılımı bazı alanlarda işsizliğe yol açarken bazılarında  fazlalığa sebep olmuştu.

SONUÇLAR

Bütün bu doktorlar için Kara Ölüm bir hastalıktan çok sosyal bir felaketti ve bir klinik bakış açısıyla çok güç tanımlayabiliyorlardı fakat entellektüel araçların yardımıyla bu felaketle başa çıkmaya tereddüt etmediler: bu araçlar arasında son ortaçağa özgü Latin Galenizminin kavramsal çerçevesine dahil üniversite eğitimleri, daha önceki salgınlardan edindikleri klinik deneyimler ve ulaşabildikleri Yunan, Romalı, Arap ve Latin medikal uzmanların destekleri vardı. Kara Ölümün doğasını ve sebeplerini algılamaları, vatandaşlarının sağlıklarını korumak üzere tavsiye edilen önlemler ve salgından hastalık kapanları iyileştirmek üzere uygulanan (birkaç) tedavi; yükselen üniversite tıp fakültelerinde eğitim görmüş profesyoneller tarafından verilen, 18.yya kadar batı Avrupa’yı terk etmeyecek bir felakete karşı ilk tepkilerdir. Ayrıca bunlar felaketin tam bir hastalık olarak yapılandırılmasına karşı ilk adımlardır. Bu uzmanların düşüncelerini ifade ettikleri ve salgın üzerine verdikleri tavsiyelerin yer aldığı yazılar salgın rejimine bağlı olarak yeni bir medikal yazı türünün doğmasına yol açmış ve bu tür son orta çağ ve ilk modern Avrupa’da oldukça gelişmiştir.

Burada çalışmalarından bahsedilen çoğu doktor salgını uluslar arası bir hava durumu olarak algılar ve bunu semavi sebeplere bağlarlardı. Buna rağmen bu sebeplerden hangisinin önemli olduğu coğrafi çeşitliliğe göre değişirdi. Albumasar’ın takım yıldızları üzerine teorisi kainat ve canlı arasındaki ilişkiyi açıklayan başlıca referans noktası iken; Aristoteles’in geliştirdiği ve bütün dünyaya uyarladığı yıkım algısı, salgının nasıl çıktığı ve yayıldığı konusundaki bütün tahminlerin genel temeliydi. Havanın yaşamın en temel elementi olduğu inancına sahip oldukları için salgının etkilerinin çok geniş olması onlara çok şaşırtıcı gelmedi. Zaman düşünülecek olursa yıkım süreci ve nihai çürüme, koku duyusuna karşı algılanabilir kötü koku ile belirlenebilirdi.

Canlı maddenin yıkımı sonucunda salgının baş göstermesi aslında tahmin edilememesine rağmen bu sürece dahil olan canlı madde miktarı ne kadar çok ise salgın riski o kadar çoktur. Geniş ölçekte yıkım süreci sonucunda salgın meydana geldiğinde, felaket bir yerden diğerine doğal atmosferik fenomen yardımıyla hava aracılığıyla kolayca yayılır; aynı zamanda soluma, deri boşlukları yoluyla ve Montpellier doktorlarına göre bakışla dahi hasta bir insandan sağlıklı bir insana geçebilir. Burada bahsedilen birçok doktora göre herhangi bir salgının ortaya çıkışı kainat güçleri aracılığıyla olduğu için insanların elinde olan tek şey hastalıktan kendilerini korumaktı. Bu kurala tek istisna üniversite başkanı Alfonso de Cordoba idi ve kitabı Epistola et regimen de pestilentia’da Montpellier Üniversitesine yakın görüşlü sektörlerin, hastalığın günahkar insanlardan yayıldığı görüşünü ciddi şekilde entellektüel olarak desteklediğini ve beslediğini gösterdi. Alfonso de Cordoba belirli bir sosyal grubu veya azınlığı işaret etmese de sonrasında Languedoc ve Provence’nin çeşitli yerlerinde ortaya çıkan anti-Yahudi pogromlar kafasında bulunan suçluların kimliği konusunda fikir verir.

Bu doktorların çoğunun kafasındaki nedenlerden dolayı önerdikleri koruyucu önlemler üç farklı ve tamamlayıcı kısımda birleşmekteydi. İlki odaları, evleri ve genelde bütün şehri güzelce havalandırarak; bu kirliliğe kolayca sebep olabilecek pislikleri, özellikle hayvan artıkları ve gübreleri temizleyerek; şifalı bitkiler ve sirke tütsülemesiyle havadaki kirlenmeye karşı insanlara direnç kazandırarak salgının yayıldığı havadaki kirliliği engellemek ve/veya durdurmak idi. İkincisi etkileri kanıtlanmış bazı özel antidotlarla birlikte altı doğal olmayan maddenin uygun yönetilmesine bağlı bir rejim sayesinde salgına sebep olacak kirliliğe karşı insan vücudunu dirençli kılmak idi. Ve üçüncüsü salgın atlatılınca insanları arası geçişe mahal verecek yerlerden sakınmaktı. 

Geniş tarihsel bakışın tersine bunların hepsi sonucunda aslında iki farklı ve bağımsız dünyayı ayırmaya devam etmeye hiçbir sebep yoktur: salgına karşı Avrupalı sivil toplumlar tarafından sunulan önlemler ve üniversite doktorlarının önerdikleri. Öte yandan bunlar oldukça ilişkilidir. Batı Akdenizli kentli toplumlar tarafından 1348’de alınan sağlık önlemlerinin hiçbiri, modern üniversite tıbbı tarafından tanımlanan teorik çerçevenin ötesine geçememiş iken; burada bahsedilen Jacme d’Agramont, Gentile da Foligno ve Paris ustalarının konuyla en çok ilişkili çalışmaları, gerçekten politik otoriteleri işaret etmekte ve bütünüyle halkın sağlığıyla ilgili açık fikirler göstermekte idi. Dahası bir insandan diğerine salgının geçmesi olarak bilinen bulaşma kavramı bu çalışmaların çoğunda yer almaktadır ve bu çalışmalar Orta Çağların sonunda bu fikir ve gelişiminin, üniversite doktorlarının kötümser fikirlerinin aksine şehir halkı sağlığının ampirizminin başarısı olduğu konusundaki genel olarak kabul görmüş tarihsel tahmini açıkça çürütür. Yukarıda belirtildiği gibi havadan yayılma ve bulaşma, salgının yayılmasına karşı fikirler olarak artık görülemez fakat iki farklı ve başarılı yayılma aşamalarını (havaya ek olarak salgının ilk ürediği yer) ifade ettiği düşünülebilir. Bu şartlarda bu toplumlar tarafından alınan sağlık önlemlerinin üniversite doktorlarının düşüncelerinden oldukça fazla etkilendiği sonucuna varabiliriz.

Sonuç olarak 1348 ve 1349 yılları arasında Latin Akdenizli tıp uzmanları arasında Kara Ölümün ve ona karşı tepkilerin algılanışı, 14. yüzyılın ortasında kabul edilen üniversite tıp ve doğa felsefesi öğretilerinin nasıl yayıldığına ve daha genelinde üniversitelerde gelişerek Latin Akdenizli sivil topluma nüfuz eden skolastik düşünenin ne kadar derin olduğuna dair harika bir örnek sunar.





Bir ülkeye tatile gideceklere 10 tavsiye

17 04 2022


BİR:
Yeryüzünün en derinliksiz ve yüzeysel ülkesi bile yapacağınız birkaç günlük geziyle kendini ele vermez. Bu nedenle ‘ben bu ülkeyi çözerim arkadaş’ diye hırs yapmayın.

İKİ:
Gittiğiniz ülkede sağa sola koşturmak yerine yavaşlayın. Mesela ülkenin en büyük şehrinin en büyük meydanına bakan bir kafesinde saatlerce oturup geleni geçeni seyredin… Koşturarak elde edeceğiniz izlenimin bin katına sahip olmanız kaçınılmazdır.

ÜÇ:
‘Kenar mahalle deneyimi’ yaşayın… Bir ülkenin gerçek nabzı kenar mahallelerinde atar.

DÖRT:
Bakkalına ya da mahalle arası küçük marketine girmediğiniz bir ülkeyi anlayamazsınız.

BEŞ:
Gideceğiniz ülkeyle ilgili aşırı okuma yapmayın. Çünkü okuduğunuz her satır, sizde bir önyargı oluşturacak. Bunun yerine kararında bir okumanın ardından yola çıkınız.

ALTI:
Dilini bilmeseniz bile gittiğiniz ülkenin gazetelerine göz gezdirin. Gazetelerin mizanpajı bile bayağı bir fikir verebilir.

YEDİ:
Elinde 12 restoran tavsiyesi, 9 otel önerisi, 11 müze adresiyle bir ülkeye giden, başkalarının zevkine teslim olmuş demektir. Spontanenin rahatlığına ya da keşfetmenin keyfine mutlaka alan açın.

SEKİZ:
Nereye gittiğinden daha önemlisi, kimlerle gittiğinizdir. İyi bir tatil planın başlangıç noktası tatil arkadaşlarının belirlenmesidir. Cennet gibi yeri cehenneme, cehennem gibi yeri cennete arkadaşlar çevirir. İdeal tatil arkadaşı sayısı beştir. Beş kişilik bir tatil, gruplaşmalara, zararsız dedikodulara, alternatif planlara, yalnız kalmaya pek münasiptir.

DOKUZ:
Yanınıza gittiğiniz ülkeyle doğrudan ilgili kitaplar almayın. Gittiğiniz ülkenin ruhuna, atmosferine, kimliğine uygun kitaplar alın…

ON:
Mümkünse gittiğiniz ülkede araba kullanın… Kendinizi o ülkenin insanlarından biriymiş gibi hissetmenin en etkili yöntemidir bu.





TİCARET AÇISINDAN YAHUDİLERLE TÜRKLERİN 16 FARKI

25 01 2021

1) Yahudiler 10 liraları varsa en fazla 5 liralık iş yaparlar. 5 lirayı yedekte tutarlar. Türkler ise 10 liraları varsa 100 liralık hatta-imkan bulurlarsa 1.000 liralık iş yapmaya kalkarlar. Yahudiler ticareti sermayenin gücüyle yapmaya çalışırlar. Yedek akçeleri hatta yedeğin yedeği akçeleri vardır. Türklerde ise varsa yoksa tüm para ticarethane, şirket veya fabrikadadır. Yedek akçe sermayenin onda biri kadar bile yoktur. Yedeğin yedeği ise hak getire…

2) Yahudiler babalarının, dedelerinin veya büyük dedelerinin yaptığı işi yapmaya özen gösterirler. Yani yaptıkları işte ailelerinin bilgi birikimi vardır. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir Yahudi eczacıysa muhtemelen babası da dedesi de eczacıdır. Çocukları ve torunları da eczacı olur. Biz de baba evladı, evlat babayı beğenmez. Evlatlar özellikle babalarının yaptığı işi yapmamaya özen gösterir. Babasının yaptığı işi yapmayı “ayıp” kabul eder.

Türkler ataerkil görünümlü anaerkil bir toplumdur. Çocuklar amcadan daha çok dayıya yakındır. Çocukluğundan itibaren annenin de etkisiyle tüm kurgusu babayı beğenmemek üzerinedir.

Bunların doğal sonucu olarak Türk ailelerinde ticaret bilgi birikimi oluşmaz. Oluşsa bile kuşaklardan kuşaklara aktarılmaz. Servet, kazananla toprak olup gider. Çoğu kişi servetini ömrünün sonuna kadar koruyamaz.

3) Yahudiler 10 liraları varsa 1 liralık hayat yaşarlar. Gösterişten genel olarak kaçınırlar. Dikkatleri üzerlerine çekmemek için uğraşırlar. Mütevazilik öncelikli tercihleridir.

Türkler ise parayı ve serveti gösteriş için kazanır. Harcar. 10 lirası varsa “100 lirası var” havası oluşturmayı sever. Gösterişte kullanılmayacak serveti “lüzumsuz” olarak görürler.

Arapların ticaret yetenekleri Yahudilerden aşağı kalmaz.  Bir Arap atasözü der ki: Bir baba kudretinden aşağı derecede, çocukları kudreti nisbetinde, kadını da kudretinin fevkinde giyinmelidir.

4) Yahudiler aile içi eğitime çok önem verirler. Milattan Sonra 70 yılında Romalılar İsrail’i yerle bir ettikten sonra Yahudileri dünyanın dört bir tarafına dağıtmışlar. Yahudiler ayakta kalabilmek için her aileyi okul haline getirmişler. Çocuklarına 3-4 yaşında İbranice’yi 7 yaşında Yidişçe’yi öğretmişler. Bir de yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmişler. Evrensel dillerden en az birini de bilirler. Yani bir Yahudi en az 3-4 dil bilir.

Türkler eğitime önem vermezler. Anadillerine bile hakim değillerdir. Dünyanın her yerinde el-kol ile anlaşırlar:(Evrensel dillerden sadece el-kol ile anlaşmayı bilirler. Ana dilden sonra nüfusun tamamı bu dili bilir:)

5) Yahudiler ticaretten kazandıkları parayı genelde nakitte ve nakite kolay dönüşecek varlıklarda tutarlar. Türkler ise parayı nakite en zor dönüşecek varlık grubu olan taşa toprağa yatırırlar.

6) Yahudiler çocukları öğrenciyken hafta sonları ve yaz tatillerinde çocuklarını çalıştırırlar. Burada ince bir detay vardır. Kendi iş yerlerinde değil. Başka Yahudi ailelerin iş yerlerinde… Niye? Başka ailelerdeki ticaret kültürünü görsün. Kendi ailesindeki ticaret kültürü ile karşılaştırsın. Eksiklikleri ve yanlışlıkları tamamlasın diye…

Türklerde ise çocuklar babalarının iş yerlerinde “prens” ya da “prenses” ünvanıyla iş hayatına atılır. Sonrası malumunuz:)

7) Yahudilerin önceliği komisyonculuktur. Yani sermaye koymadan para kazanmaktır. Bir Yahudi oğluna ticareti öğretiyormuş. Tavsiyesi şu olmuş: Oğlum çok para kazanmak istiyorsan bir şeyler yap-sat. Üret-sat. Daha çok kazanmak istiyorsan al-sat. Daha daha çok kazanmak istiyorsan almadan sat. Önce sat. Sonra al.

Türklerde ise komisyonculuk muteber bir iş değildir. Yapılacak işe sermaye bağlanır. Sermaye bağlanmadan iş yapmayı Türklerin hafsalası almaz.

8 ) Yahudilerde iş yaptıkları insanları kalkındırmak esastır. İş yaptıkları insanlar ne kadar kalkınırsa kendilerinin de kazançları o oranda artacağına inanırlar.

Türkler ise iş yaptıkları insanları düşman olarak görür. İş yaptıkları insanların kendileri için yaptığı işte zarar etmesinden keyif alır.

9) Yahudiler yılın belli bölümlerden dünyayı dolaşır. Yenilikleri görür. İnceler. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki yeni ürünleri gelişmemiş ülkelere götürerek para kazanır. İnovasyona açıktır.

Türkler ise işlerinden başlarını kaşıyacak vakitleri yoktur. Değişime kapalıdır. Bir yol tuttururlar. Tutturdukları yolun sonsuza kadar gideceğine inanırlar.

10) Dünyada seks endüstrisinde para harcayan 4 millet vardır. Bunlar sırasıyla; Araplar, Yahudiler, İtalyanlar ve Türklerdir.

Yahudiler her ne kadar çapkınlık ve kaçamak yapsalar da aile birliğini ayakta tutmaya çalışırlar.  Yattıkları fahişelerle evlenmeyi düşünmezler.

Türkler ise parayı bulduktan sonra yaptıkları ilk iş ya boşanmak ya ikinci evlilik ya da metres ilişkisidir.

Ailenin önemini genelde serveti kaybettikten sonra anlarlar.

11) Yahudilerde aile birliği ve dirliği esastır. Aile huzuru önemlidir. Aile içi çatışmalardan kaçınılır. Sorunlar yaşanmaz mı? Mutlaka yaşanır. Ama çözülmesi için aile üyeleri elinden geleni yapar.

Türklerde ise servet oluşmaya başladıktan sonra aile içi gerginlikler artar. Kim kime dum duma psikolojisine girilir. Aile içi savaşlar servetin bitmesine neden olur.

12) Yahudiler tüm anlaşmaları yazılı olarak yaparlar. Sözleşmeye önem verirler. Sözleşme işin parçasıdır.

Türklerde ise her şey güvene dayalıdır. Sözleşme istemek karşısındakine hakaret olarak kabul edilir.

Durumun özeti 80 yaşın üstündeki bir avukata atfedilen şu sözü hatırlayın: Yaklaşık 60 yıla yakın meslek hayatımda baktığım davaların yüzde 90’ından fazlası güvene ve güvene dayalı ilişkilerden kaynaklanıyordu.

13) Yahudiler bir işi araştırırken olumlu ve olumsuz tüm yönlerini didik didik incelerler. Öncelikle olumsuz yönlerine dikkat kesilirler. Matematiksel düşünceden hiç ayrılmazlar. Kesin kazancı görmeden kolları sıvamazlar.

Türkler ise bir işe inanmaları yeterlidir. İnandıktan sonra işin hep olumlu taraflarını düşünürler. Olumsuz taraflarını söyeleyenleri sevmezler.

14) Yahudilerde tasarruf kültürü vardır. Günlük, aylık veya yıllık kazancın belirli bir kısmını “yedek akçe” olarak ayırırlar.

Türkler geçmişte tasarrufa önem verirdi. Tencere pişirip kapağında yedi. 1980 sonrasında tasarruf kültürünü bir yana bıraktı. Şimdilerde borçla yaşıyorlar.

15) Yahudiler girecekleri işlerde başkalarının deneyimlerine önem verirler. Başkalarının deneyimlerini önemserler. Kendilerine ders çıkartırlar.

Türkler ise deneme yanılma yöntemiyle öğrenirler. Bir şeyi anlamaları için illa ki damdan düşmeleri gerekir. Damdan düşmeden öğrenmeyi bilmezler.

16) Yahudilerde dayanışma kültürü vardır. İş yaparken birbirleriyle dayanışma içindedirler. Birbirlerine el verirler. Ticarette birlik ve beraberlik içinde hareket ederler.

Türklerde ise dayanışma yerine savaş vardır. Birbirlerinin kuyusunu kazmaya meraklıdırlar. Hasetle hareket ederler. Başarana çamur atarlar. Başaranın tepesi üstü çakılması için elinden geleni yaparlar.

Tebernuş Kireçci





Değersizlik duygusu

29 12 2020

Hepimizin içinde, derinlerde bir yerde, sanki değersiz olduğumuza dair belli belirsiz bir duygu olabilir. Çoğu zaman farkında olmadığımız bu duygu, bir zaman (ki genellikle çocukluk döneminde) söylenmiş bir söz, bir aşağılanma veya belki de kendimizi kıyasladığımız birileri nedeniyle yapışıp kalmıştır oraya.

Bazen bir olay, bir durum bu duyguyu kaşır, kanatır, ya da zaten bazılarımız  sürekli kanayan bu yaranın etkisindedir. Kendimizi kıyaslar dururuz başkalarıyla, diğerlerinin yargıları, hakkımızdaki izlenimleri, fikirleri çok önemlidir bizim için. Onaylatmaya çalışırız kendimizi, alkış isteriz, beğeni peşinde koşarız.

Kendimizi başkalarına kanıtlamak için verdiğimiz çabalardan oluşan kısır döngü aslında kendimizi kendimize kanıtlama çabasından başka bir şey değildir. Bu nedenle alıngan oluruz, tahammülümüz yoktur -yapıcı da olsa- eleştirilere…

Bu çok rahatsız edici durumdan kurtulmak için yapılacak ilk şey, ruhumuzun derinlerindeki bu çıbanı patlatmak, değersiz olduğumuza dair bu duyguyu ortadan kaldırmaktır.

Başkalarından daha değerli veya daha değersiz değiliz, ama yaptığımız, yapacağımız  işler daha değerli olabilir, bu bizim seçimimize kalmıştır. Ancak bu değerli işleri başkalarından onay, takdir, alkış beklemeden yapmak gerek…

Kendimizi başkaları ile değil, kendimizle kıyaslamalıyız. Başkasının değil, vicdanımızın onayı önemli olmalıdır.